‘’HADİ GUZUM HAYATTA OYNAYIN ‘’
Geniş bir cadde……….,arabalar sadece 2 yönde gidebilir ,gidiş gelişler planlanmış ,kaldırımların genişlikleri planlanmış yada planlanamamış. Trafik lambaları, yaya kaldırımları ,kural koyan tabelalar, kavşaklar, refüjler, dükkanlar, kamusal alanlar, kamusal olmayanlar ,işyeri tabelaları, reklam tabelaları,ve …..reklamlar….reklamlar ….reklamlar…..
Dar bir sokak, etrafı uzun ve kör duvarlarla çevrili , upuzun bir koridor ,sanki bir labirent. Duvarlarda bir ahşap kapı, duvarın üstünden sarkan cumbalar ama asla senin onu görmen için değil ,onun seni görmesi için sarkmış. Aynı şekilde karşı duvardan sarkan cumbayla burun buruna .Duvarların arkasında başka bir dünya var , labirentin içindeyken göremezsiniz ama anlarsınız. Uzun duvarların arkasında ; ağaçlar ,kadınlar ,çocuk gülüşmeleri, bazen ağlamaları ,yemek kokuları, neşeli insanların gülüşmeleri, acılı insanların ağlamaları, kavga sesleri ve hayatlar …. hayatlar….hayatlar …
Geniş bir cadde……….,arabalar sadece 2 yönde gidebilir ,gidiş gelişler planlanmış ,kaldırımların genişlikleri planlanmış yada planlanamamış. Trafik lambaları, yaya kaldırımları ,kural koyan tabelalar, kavşaklar, refüjler, dükkanlar, kamusal alanlar, kamusal olmayanlar ,işyeri tabelaları, reklam tabelaları,ve …..reklamlar….reklamlar ….reklamlar…..
Dar bir sokak, etrafı uzun ve kör duvarlarla çevrili , upuzun bir koridor ,sanki bir labirent. Duvarlarda bir ahşap kapı, duvarın üstünden sarkan cumbalar ama asla senin onu görmen için değil ,onun seni görmesi için sarkmış. Aynı şekilde karşı duvardan sarkan cumbayla burun buruna .Duvarların arkasında başka bir dünya var , labirentin içindeyken göremezsiniz ama anlarsınız. Uzun duvarların arkasında ; ağaçlar ,kadınlar ,çocuk gülüşmeleri, bazen ağlamaları ,yemek kokuları, neşeli insanların gülüşmeleri, acılı insanların ağlamaları, kavga sesleri ve hayatlar …. hayatlar….hayatlar …
Birinci paragrafı anlamakta güçlük çekeceğinizi sanmıyorum. Her gün aynı otobüse binerken, aynı pastaneye uğrarken yada arabanızla aynı yolu kullanırken (bunların sonu genelde iş yeri ile biter) , her zaman gördükleriniz ,bizim hayat normallerimiz. Fakat ikinci paragrafı anlamak için Karaman’ın eski kerpiç evlerinin sokaklarından geçin ,ama elinizi çabuk tutun çünkü bu evler Karaman’ın otopark problemini çözebilmek için birer birer yıkılıyor. Korumaya alınanlar da var elbette ama çok azı .İtiraf edeyim aslında siz sağlı sollu uzun duvarlarla çevrili bir sokak bulsanız bile onun içinde pek bir anlam oturtamayacaksınız. Çünkü bende öyle oldu .Anlayabilmem için kitaplar okumam gerekti .Belki 1980 den önce bu sokaklarda yaşayanlar biraz daha durumun farkına varabilirler.
Kendimi hatırlayabildiğim en erken zamanlarda (4-5 yaş civarı) apartmanda yaşıyorduk. Hatta bir balkon arkadaşım vardı .Hiç konuşmuyorduk. O bana oyuncaklarını sergiliyor, bende ona. Geçenlerde benim arkadaşlığıma benzer bir arkadaşlık gördüm ve çok hoşuma gitti . Ama onlar işi ilerletip aşağıda oynamaya geçmişler. İşte bahsettiğim birbirine bakan cumbaları anlayabilmeniz için ,benimki gibi bir balkon arkadaşlığı yaşamış olmanız gerekiyor. Apartmanda yaşarken halamın evine misafirliğe gittiğimizde pencereler çok dikkatimi çekmişti. Bu duvarları kağıt kaplı kerpiç evde derin pencerelere bakarken yanından sarkan perde fonlarıyla bana hemen bir tiyatroyu andırdı. Yıllar sonra Mimar Turgut Cansever’in ‘Kubbeyi yere koymamak’ adlı kitabını okuduktan sonra çocukların farkındalığının muhteşem olduğunu anladım. O pencereler bir tiyatro sahnesiydi eskiler için. Pencerenin önüne oturup tiyatroyu izlemek gibi. Daha sonra biz o eve taşındık . Çocukluğum ve ilk gençliğim o evde geçti . O evde çocukken babaannemin ‘’ hadi guzum hayatta oynayın’’ sözü bize çok garip gelirdi. ’Hayat ne la , bahçe olmasın o ? ’’ Birbirimize bakıp gülerdik. 30 yaşlarımda anladım ki evet orası bahçe değil hayatmış. Neden hayatmış onu anlatmak istiyorum.
Eski ve virane olmalarına karşın ,bir çoğumuz bu evlerin estetiğine hayranızdır. Mimarlık mesleği olmayan insanların genel yakınışı şu dur ki ‘neden şimdiki evler bunlar kadar güzel değil’. Bir mimar olarak sizlere cevabım şudur ki ; Çünkü şu anki yaşadığımız hayatlar güzel değil. Eski türk evleri artık yok çünkü eski türkler yok. O evlerdeki yaşanan gündelik hayatlar artık yok .Hayat biçimimiz değiştiği için artık o evleri yapmak istesek bile yapamayız. Ha… sizde oturamazsınız zaten .
Eski türklerde gündelik yaşam pratiği bizden çok farlıydı. Sokaklar onlar için sadece bir geçiş güzergahıydı ve sadece çarşıdan evinize yani asıl hayatınıza bir geçiş koridoru. Dapdar sokaklarda hayat yok . Hayatlar sadece duvarların ardında .Bugün o duvarların etekleri havaya kalktı ve altında ticaret haneler var .Yollar planlanmış doğrusal bir şekilde uzanan geniş caddeler oldu .Caddelerin kenarlarında rant oluşturan ticarethaneler var artık. Hayatlar sokaklara indi evlerde ise hayat kalmadı. Eski türk evlerinde sokak hizasında pencere bulamazsınız , bunun sebebi evin asıl sahibi olan evin hanımının mutfağının zemin katta olmasıdır. Mahremiyetten dolayı hiç pencere yoktur. Cumhuriyet sonrası kerpiç evlerde bu dediğim kıstası bulamayabilirsiniz ama bu evlerin aslı bu şekildedir. Bugün yaptığımız müstakil evlerde dahi yüksek bahçe duvarı yapamayız. Çünkü yönetmeliklerle sınırlıdır en fazla 1 metre . Ama halk bu durumu çeşitli yollarla aşmak zorunda kalmıştır. Eski türk evlerinde sokakla ve komşuyla göz teması üst katlardaki cumbalar ile sağlanıyordu. Evin hanımı Karşı karşıya gelmiş bu cumbalardaki pencereler sayesinde sokakla ve komşusuyla bağlantı kurabiliyordu. İlk tanışma bu cumbalarla. Birbirlerini önce izleyerek, sonra pencereyi açıp sohbet ederek, daha sonra birbirlerini kendi hayatlarında ağırlayarak komşuluk geliştiriyorlardı. Şimdi biz komşularımızla asansörde karşılaşsak bile o bağı kuramıyoruz. Bu komşuluk ilişkilerinin mekânsal bağlamda ki etkisidir. Ama tek sebebi bu demiyorum tabi ki. Neo liberalizmin etkileri komşuluk ilişkilerinin bozulmasının büyük sebeplerinden birisidir ama konumuzun dışında kalıyor.
Eski türk evleri o zamanki türklerin hayat standardına göre inşa edildi. Bu estetiğin altında yatan çok organik sebepler vardı; ….kıble, güneş, mahremiyet, misafir, geniş aile, örf , o zaman ki yapı malzemesi (kerpiç ,ahşap ve taş gibi ) ve yapı tekniği. Bizim bugün bina tasarlarken dayandığımız kriterler ise ; Kazanç - (Arsa maliyeti + İnşaat maliyeti)= Kar
Biz tekrar bu güzel yapıları inşa edemeyiz ,etmemeliyiz de zaten. Betonarme yapıyla kerpiç evleri taklit etmek anlamsız. O eski yaşantılar gitti , neo liberalizmin esaretine düşmüş hayatlarla biz ancak üst üste ve yan yana dizilmiş para balyaları misali şehirler üretiriz, ne kadar kat çıkarsanız o kadar balya balya para kazanırsınız. Fakat yıllardır para kazanıyoruz ama bu para şehir hayatımızda refah getirmeyi geç , daha da kötüleştirdi. Bizim şehirlerimiz sanki batı dünyasının parasını düzensiz bir şekilde fırlatıp attığı atıl depoları gibi. Ranttan para üretip bu paraları ithalatla egemen ülkelerin çarkının işlemesine yardımcı olduk .Geri dönelim demiyorum, eski türk evlerini tekrar canlandıralım demiyorum…asla!. Yeni bir estetik üretelim diyorum .Bu estetik bina cephelerinde yaptığımız günü kurtarma süslemeleri olmuyor. Bu süslemeler kime göre ve neye göre güzel ? Yaptığımız bezemelerin hiçbir anlamı yok (para harcatmaktan başka..) ,itiraf edelim.
Ne zaman ki Karaman’ın coğrafi özelliklerinden ve halkın gerçek ihtiyaçlarından bir çıkarım yapıp bunu yaşam alanlarına çevirebilirsek ,o zaman bu saçma sapan bezemelerden kurtulmuş oluruz .O zaman bu şehrin bir kimliği olur ve yaptığımız yapılarda estetikten bahsedebiliriz . En temel soruyla başlamak lazım ; Biz kimiz? Ve Neye ihtiyacımız var ? Bu sorunun cevabını bulduğumuz zaman evlerimizin de estetik ve konfora kavuşacağını düşünüyorum ………
- 61
KADERİMDE Kİ COĞRAFYA
- 16.03.2024
- -
- HAYATA DAİR
Doğduğum coğrafyaya olan nefretim tam olarak ne zaman başladı hatırlamıyorum . Ergenlik zamanımda mı? Ya da başka şehirleri gördükten sonra mı? Yabancı müzikleri dinledikten sonra mı türkülerden hoşlanmadım ? . Bilmiyorum , belki de arka bahçesinde bir ağaç evi ve yuvarlak pencereli çatısı olan müstakil bir villada yaşamadığım için başlamıştır her şey .Bu hegemonyanın etkisinde yaşadığım çevreyi tanımak bile istemedim .Toz, sapsarı otlar bakımsız veya yakılmış kerpiç evler son derece zevksizce boyanmış hatta sıvası bile yapılmamış betonarme apartmanlar. Küçücük bir şehirde trafik karmaşası, kavgalar ,cinayetler, intiharlar ve daha meseleyi uzatmamak için yazmadıklarım. Bütün bunlar nefretimi besleyerek büyüttüler .Ta ki şu iki soruyu sorana kadar ;
Doğduğum coğrafyaya olan nefretim tam olarak ne zaman başladı hatırlamıyorum . Ergenlik zamanımda mı? Ya da başka şehirleri gördükten sonra mı? Yabancı müzikleri dinledikten sonra mı türkülerden hoşlanmadım ? . Bilmiyorum , belki de arka bahçesinde bir ağaç evi ve yuvarlak pencereli çatısı olan müstakil bir villada yaşamadığım için başlamıştır her şey .Bu hegemonyanın etkisinde yaşadığım çevreyi tanımak bile istemedim .Toz, sapsarı otlar bakımsız veya yakılmış kerpiç evler son derece zevksizce boyanmış hatta sıvası bile yapılmamış betonarme apartmanlar. Küçücük bir şehirde trafik karmaşası, kavgalar ,cinayetler, intiharlar ve daha meseleyi uzatmamak için yazmadıklarım. Bütün bunlar nefretimi besleyerek büyüttüler .Ta ki şu iki soruyu sorana kadar ;
1-Biz neden böyle olduk ?
2-Onlar nasıl böyle oldular ?
Biz neden böyle olduk diye soruyorum çünkü örneklerinden az kalsa da ,eski kerpiç cumbalı evler bütün bakımsızlıklarına rağmen hala estetikliğini kaybetmemiş .Birileri sanki bu evleri yapıp buharlaşıp gitmiş gibi .Bu evleri yapan selefin halefleri bu hale nasıl geldi ? Bu soruyu bir sonraki yazımda irdelemeyi düşünüyorum. Şimdi gelelim 2. Soruya ;
Coğrafya keder mi , değil mi ? Sorusu aslında coğrafyanın kader olmasını negatif bir algıya sürüklüyor. Coğrafya kaderse ,kader bir zulüm müdür ? Tarih okumayı severim, ama tarihçi değilim. Bu zamana kadarki okuyup ,dinlediklerim bana kaderin asla zulüm olmadığını öğretti kendi yorumumla size anlatayım biraz .
Bu gün beslenebilmek ; elhamdülillah bizim için çok sıradan bir şey , hatta fantazisini bile yapabiliyoruz. Ama tarih öncesi devirlerde bu böyle değildi. Avcılık , toplayıcılık bir yere kadar ,bu şekilde besin elde etmek sürekli başkalarıyla mücadeleyi gerektiriyor. Aynı zamanda kaynaklara ulaşmak çok meşakkatli olduğu için insanlar hep küçük topluluklar halinde dağılmış durumda yaşıyorlardı. Tarım yapmak bunların arasında en verimlisi. Tarım yaptıkça gruplardaki popülasyon da artmaya başlıyor . Coğrafi olarak batının toprakları eş değer verimli arazilere sahip. Ama bizim garip doğu öyle mi?
Doğuda tarım yapabilmeniz için akarsu kenarlarında bulunmanız gerekiyor. Akarsu kenarlarında tarım yapacak arazi kalmayana kadar iyisiniz, ama tarım yaptıkça artan popülasyonu doyurmak için yeni tarım arazilerine ihtiyacınız var. İşte bu coğrafi kader tarımı daha geniş alana yayama ihtiyacını getiriyor. İnsan coğrafyasına isyan etmeyi bırakıp ‘ ne yapabiliriz’ sorusunu sorunca dünyayı değiştiren buluşlar yapabiliyor. Dünyada ilk şehirler Mezopotamya bölgesinde görülmüştür. Çünkü şehir demek organize olmak demektir. Tarımı geniş alana yayabilmek için hep birlikte aynı amaca hizmet edip ,su yolları ve bazı altyapı hizmetlerini sağlamanız gerekir. Ve tabi ki bütün bu organizasyonu yönetecek eli kılıçlı bir yönetime ihtiyacınız var .Bu ihtiyaç doğuda merkezi otorite sahibi devletleri ortaya çıkarmış ve büyük imparatorluklara sebebiyet vermiştir. O zamanlar bir Yunanlı köylüsü bir Ziggurat gördüğünde acaba ‘Adamlar yapıyor bu işi…. ‘ demiş midir bilmiyorum ama Allah (C.C)’ın onlara verdiği coğrafya bugünkü batı sisteminin çekirdeğini oluşturmalarına sebep oldu .
Bugün bizim için Selef-i Salih-in ne ise batı için de Antik Yunan odur. Coğrafyaları gereği bazı yerleri dağlık ve parçalı bir yapısı olsa da ,Atina çevresindeki verimli topraklar ‘ Hoplit ‘ sınıfını oluşturan çiftçileri ortaya çıkardı .Doğudaki gibi çiftlikler tek merkezden yönetilmiyordu .Eşdeğer verime sahip topraklar olduğu için bu çiftçilerin mülkiyet hakları vardı .Doğudaki gibi tek ve ulaşılamaz güçle değil , çok sesli Aristokratik meclisler veya oligarşik bir düzenle devletlerini yönetmek zorunda kaldılar. Onlar için Yunan coğrafyasında meclisle iş yürütmek kaçınılmaz hale geldi. Şu kadere bakın…… Eş değer verimli araziler eş değer aristokratik güçlere dönüştü . Birbirleriyle sürekli mücadele etmek durumunda kaldılar .Ama işin sonunda bugünkü demokrasinin ilk tomurcukları Atina’da açtı. Çok zeki ve çok çok yetenekli oldukları için değil , coğrafya kaderi onları bu hale getirdi. Bu sistemin temelinden Roma ve Bizans imparatorlukları yükseldi. Batı ezici bir üstünlükle doğuyu zapt etmeyi başardı. Ne zaman ki doğunun boğazını nefes alamayacak kadar sıktığın da ,doğuda İslam güneşinin doğuşuyla artık batı eski gücünü kaybetmeye başladı .Uzun yıllar sonra Osmanlı’nın bu sancağı devralmasıyla İslam (Artık Doğu demiyorum) doruk noktasına ulaştı .Bütün ticaret noktalarını ele geçirmekle batıyı o kadar çaresiz duruma düşürdük ki coğrafi keşifleri yapmak zorunda kaldılar. Onlar belki bize hayranlık duyuyorlardı ama hiçbir zaman başlarına sarık sarmadılar, cumbalı evlerde de oturmadılar , arap harfleride kullanmadılar . Roma harabelerinin arasında kendi seleflerini okumaya başladılar. Bugün hala Aristotales’i , Platon’u ,Homeros ‘u ,Sokrates’i vb. duymamızın sebebi budur. Batı tekrar yükselmeye başlayınca bizim sarıklar gitti fes oldu , şalvarlar gitti pantolon oldu ,saraylarımızı onlar gibi süslemeye başladık .Sonunda yenilgiyi kabul ettik .Onlar çaresizlikleri yüzünden çıktıkları yolda büyük kaynaklar elde ettiler ,bu kaynakları sanayi devriminde kullanarak zenginliğe kavuştular. Fabrikalar kurdular hem de şehrin tam ortasına . Bu durum köyden kente göç eden bir sürü işçi sınıfının şehirde sefalet içinde yaşamalarına sebep oldu . Bugün bizim gıpta ettiğimiz batı şehirleri ;duman kaplı ,pis kokan ve baraka gibi yerlerde yaşamak zorunda kalan işçi sınıfınının çilelerinden doğdu. Bazen takip etmeninde yararlarının olduğunu düşünmüyor değilim. Bizim insanlarımız şehirlerinde o kadar acı çekmediler .Bütün bu tarihi sürece baktıktan sonra anladım ki yükselen medeniyetler rahatlık ve bolluktan dolayı yükselmiyor aksine çıkmazlarına bulduğu çözümlerden, çaresizliklerinden ve çilelerinden yükseliyor.
Artık sarı otlar beni rahatsız etmiyor, hatta bir ikindi vakti üzerlerine güneşin ışığı vurunca altın gibi parladığını görüyorum . Beton ,estetik yoksunu binalarımızın aslında bizim aynamız olduğunu fark ediyorum .Artık mahalle aralarında drift atıp bangır bangır müzik sesiyle dolaşan ‘Şahinci ‘ gençlere kızmıyorum, sadece neden böyle oldular diye merak ediyorum .Yaşadığım yerin tarihini, coğrafyasını ,köylerini ve insanlarını merak ediyorum .Artık Batıya hayran hayran bakıp ,onlar gibi olma yolunda kendi kimliğimize ihanet etmekten vazgeçmemiz gerekiyor .Kendi kimliğimiz derken neyi kastettiğimden bende emin değilim ,artık küreselleşmeden sonra elimizde ne kaldıysa…. Bahsettiğim şey mehter marşı çalıp Osmanlı tuğralı yüzükler takıp dolaşmak değil ,betonarme yapılara çaresizce cumbalı ev görüntüsü vermek hiç değil . En azından coğrafyamızı kötülemeden onu anlamaya çalışmakta fayda var . Belki bu arayıştan sonra sıfırdan fakat bize ait bir kimlik inşa edebiliriz . O zaman bize ait sanatımız ,yapılarımız ,bilim ve teknolojimiz olabilir.
Artık zihnim yaşadığım yerdeki bedenimle beraber ben artık doğduğum coğrafyada yaşıyorum .
Sözlerimi Rabbimizin bize verdiği büyük nimet olan Kuran-ı Kerim den bir ayetin mealiyle bitirmek istiyorum .Saygılarımla …..
‘Şüphe yok ki, Allah Teâlâ insanlara hiçbir şey ile zulmetmez. Velâkin insanlar kendi nefislerine zulmederler.’
(Yunus Suresi 44. Ayet) Ömer Nasuhi Bilmen
- 88
İNŞAAT'IN ORMAN KANUNLARI
Öncelikle depremde vefaat eden kardeşlerimize Allah’tan (C.C.) rahmet yakınlarına sabırlar dilerim. Allah (C.C.) yaralı kurtulan kardeşlerimize acil şifalar versin ve her şeyin kaybetmiş olan kardeşlerimizin yardımcısı olsun .
Bu yaşanan felaketin sebeplerini ulusal kanallarda akademisyenler tarafından yorumlanmasını hep birlikte dinledik. Evet anlatılanlar çok önemli , tabi ki şöyle olması gerekir ,böyle olması gerekir evet doğru. Ama ne yazık ki bizim ülkemizde teoriyle uygulama birbirini genellikle pek tutmaz .Üniversite ile piyasa şartları birbirinden çok kopuk ilerliyor. Akademisyen hocalarımızın ,kanun yapıcılarının ve yönetmelikleri hazırlayan devlet görevlilerinin masa başı kanunlarını dinlediniz .Şimdi gelin ben size birde bu işin sahadaki kanunlarından bahsedeyim. Yani orman kanunlarından.
Bu yaşanan felaketin sebeplerini ulusal kanallarda akademisyenler tarafından yorumlanmasını hep birlikte dinledik. Evet anlatılanlar çok önemli , tabi ki şöyle olması gerekir ,böyle olması gerekir evet doğru. Ama ne yazık ki bizim ülkemizde teoriyle uygulama birbirini genellikle pek tutmaz .Üniversite ile piyasa şartları birbirinden çok kopuk ilerliyor. Akademisyen hocalarımızın ,kanun yapıcılarının ve yönetmelikleri hazırlayan devlet görevlilerinin masa başı kanunlarını dinlediniz .Şimdi gelin ben size birde bu işin sahadaki kanunlarından bahsedeyim. Yani orman kanunlarından.
Öncelikle beton dediğimiz malzeme bir karışım malzemesidir. Betonun gerçekten bir beton olabilmesi için bu karışımda kullanılan malzemelerin karışım oranları ve kalıba dökülüşü tekniğine uygun bir şekilde yapılmalı, fakat hazır beton öncesi bu oranlar el ile ayarlandığı için tekniğine uygun olamıyordu. Günümüzde hazır beton teknolojisi geliştiği için artık betonun standardizasyonunu sağlayabiliyoruz(Yani sağlanmak istenildiği zaman).
2000 ‘lerden önceki yapı stoğumuzun geneli bu şekilde inşa edildi. Yani bu binalar o zamanki teknolojinin, o zamanki bilgi eksikliğine ve tespiti zor olan iş ahlaksızlığına kurban gitti. Hazır betonun çıkışı daha erken dönemlere rastlar fakat ben burada yaygınlaşmasından bahsediyorum. Kimsenin savunuculuğunu yapmak istemem ama bu felakette illa her çöken binada ‘müteahhit malzemeden çalmış, deniz kumu kullanmış’ sözleri pek doğru değil. İllaki yapan vardır ama o dönemlerde gerçekten kanunlara uygun yapılan binalarda çökmüş olabilir.
Günümüze gelirsek teknoloji gelişti artık istersek sağlam binalar yapabiliyoruz.
Ama istersek …..
Eskiden ya da bugün, değişmeyen bir duygunun esiri halindeyiz. Fakirlik korkusu….
Yaptığımız işleri daha hızlı yapalım, birim zamanda daha çok iş üretelim ve daha çok para kazanalım ki fakir kalmayalım. Bu işi daha özenli yaptığımda para kazanamam, zaten taktir edende yok. Aksine ’ Bu adam bu işi bilmiyor herhalde çok uzun sürdü’ diyecekler. Bu fakir kalma korkusu işimizi iyi yapmamıza engel haline geldi. Bas geç….
Cahil daha cesaretli oluyor. İşi bilen adam daha temkinli oluyor. Neyazık ki uzunca bir süredir Cahiller parayla alimliği satın alabiliyorlar. İşte mevzumuzun asıl konusu paranın ve ilmin organizasyonu. Bu organizasyon sağlıklı bir şekilde işlemez ise bu felaketlerin sonunun geleceğini pek sanmıyorum. İnşallah son olur. Aşağıda sektörün dışında olanların bu konuyu biraz daha iyi kavrayabilmesi için bir şema sunuyorum. Bu şema fakirlik korkusunun bize neler yaptığının bir görselidir. Denetlemenin neden olması gerektiği gibi olamadığının görseli.
Sizden bu şemaya bakarken dikkat etmenizi istediğim en önemli yer ‘kim kimin müşterisi).Bu şemada iş veren ve piyasada sayısı az olan kuralları koyar.
Bir yapının süreci genellikle şu şekildedir;
Müteahhit mülk sahibiyle anlaştıktan sonra yapacağı binayı projelendirebilmek için mimara gelir. Mimar belediyenin kuralları ve mevzuat çerçevesinde müteahhitin de isteklerine göre mimari projeyi hazırlar. Mimar binanızın mekan organizasyonunu , pencere yerlerinizi, merdiven ve asansör yerlerini ve bunların boyutlarını, dış cephenizin nasıl görüneceğini ,bahçelerinizin şeklini ,boyutunu tasarlar. Yani mimar binanızın taşıyıcı sistemine, sağlam olup olmayacağına ,beton miktarına, içindeki demirin sayısına ve cinsine karar vermez .Veremez de zaten ,hem onun için eğitilmedi hem de resmi olarak inşaat mühendisliği diplaması yoksa, bunu yapamaz. Mimarın önceliği yaşam konforu ,mekanların kullanışlı ve estetik bir görünüşe sahip olmasıdır.
Mimari proje çizildikten sonra sıra inşaat mühendisindedir. İnşaat mühendisi binanızın depreme dayanıklı ve sağlam olabilmesi için statik hesaplarını yapar ve bunu projelendirir. Eskiden İnşaat mühendisleri bu hesapları el ile yapıyorlardı. Ama artık bu hesaplar gayet profesyonel bilgisayar proğramları ile yapılıyor. Bu proğrama girilen değerler sağlıklı ise proğram size sağlam bir bina yapmanız için ne gerekli hepsini hesaplıyor. Ne kadar demir gideceğini ne kadar beton gerektiğini ve bunların nasıl uygulanacağını falan filan….
Proğrama girilen veriler önceden yapılan zemin etütlerinin raporlarından gelen veriler. Zeminde sondaj yapılıyor ve bu sondajdan alınan numuneler labaratuvara gönderiliyor.Sonunda bu veriler rapor haline geliyor.Bu raporlar kitap gibi resmen, en aşağısı herhalde 60 -70 sayfa falan , içinden çıkarılıp statiğe işlenen değerler için 2 veya 3 sayfaya bakmanız yeterli. Bu kitap tamamen okunuyor mu? yada okunmalı mı? Bilmiyorum . Biz mimarlar okumuyoruz en azından.
İşte ilk fakirlik korkusu burada başlıyor. Şimdi proğram hesaplamaları bulunduğunuz bölgenin deprem riskine göre belirliyor. Faraza Karaman için muhtemel olacak olan 7 şiddetine dayanabilen bir çözümü en kötü olması gereken şeklinde planlıyor. Ama proğramın size önerdiği değer 9 şiddetine göre , ne olur ne olmaz payı bırakıyor. Tabi bu proğram müteahhitler tarafından biraz yanlış algılanıyor. ’ Ya o proğramlar olması gerekenden daha fazla demir çıkarıyor halbuki demiri azaltırsan da kurtarıyor, gereksiz yere masraf ‘.Şimdi bir düşünün inşaat mühendisliğini yeni bitirmişsiniz ve proğramı öğreniyorsunuz .Normal bir insan olarak programa sadık kalıp proğram size ne çıkarıp verdiyse sizde onu müteahhite veriyorsunuz .Müteahhitte bir bakıyor ‘Sen çok demir çıkarmışsın sen bu işi bilmiyorsun herhalde ‘diyor. Sonra bir bakıyorsunuz ki anaa … proğramda bir yerlerde ayar varmış bu ayarı oynayınca hem demir sayısı azalıyor hem resmi olarak bina dayanıklı oluyor , çünkü proğram bunu da kabul ediyor. Tabi ki proğramı yeni öğrenen arkadaşımızın piyasadaki notu düşüyor.Belki de iş onun elinden kayıp gidiyor. Öyle hemen yargılamayın inşaat mühendisi arkadaşlarımızı. Bir düşünün piyasada inşaat mühendisi çok ,sizi beğenmezlerse gidebilecekleri çok inşaat mühendisi var .Sizi niye tercih etsinler? Eğer her şeyi resmiyette bir sıkıntı çıkarmayacak şekilde yapıp birde müşterinize kar ettirebilirseniz, siz tercih edilirsiniz. Ormanda işler böyle yürüyor. Bu daha proje safhasında çıkabilecek sıkıntılardan bir tanesi. Tabi ki bu yazdıklarım Karaman için çok büyük riskler oluşturmuyor gibi duruyor. Sonuçta depremin şiddeti faraza 7 olursa ve zemin yapınızda sağlamsa bunu kimse sorgulamaz .Ama 9 olursa bir anda suçlu olursunuz .Böylece suçluluk göreceli bir hal alıyor.
Neyse , devam edelim ;
Proje safhasında mimari, statik, mekanik(tesisat, ısınma),elektrik projeleri hazırlandıktan sonra belediye tarafından (2013 ‘ten sonra yapı denetim firmaları tarafından da) incelenir. İncelemeden sonra eksik veya hatalı yerlerde düzeltildikten sonra projeleriniz onaylanır ve yapı ruhsatı düzenlenir.
Şimdi bir ara verip yapı denetim konusuna bir bakalım;
2013 yılına kadar her ilde böyle bir sistem yoktu , belli başlı pilot illerde deneniyordu.2013 öncesi yapı denetim sistemi yok kabul edelim .Peki kim denetliyordu bu yapıları?
Aslında ilk denetim şantiye şefleri tarafından sonra fenni mesuller ve daha sonra ise belediye tarafından yapılıyordu. Fenni mesullük ve şantiye şefliği genelde proje işini alan mimar ve mühendisler tarafından üstleniliyordu. Düşünün denetleyeceğiniz Müteahhit aynı zamanda sizin müşteriniz. Bir müteahhit olsanız ,en az sorun çıkaran mimar veya mühendisi tercih edersiniz. Çünkü rakip firmalar hep öyle yapmış. Yok ben onlara uymam iyi denetleyen birisi olsun derseniz bunun maliyetini göze almanız gerekecektir. Tahmin edin artık, yapı denetim öncesi binaların düzgün denetlenip denetlenmediğini. Şantiye şefliğine gelirsek ,bugün hala sorunludur. Şantiye şefliğide genellikle proje müellifleri tarafından üslenilmektedir. Eğer fakirlikten korkmuyorsanız fenni mesullük yada şantiye şefliği ücretlerinizi alabilirsiniz. Belki….
Yani aynı şekilde müteahhit şantiye şefinin müşterisi konumunda. Mimar yada mühendis olarak okuldan mezun olur olmaz devlet size 30000 m2 lik şantiye şefi olabilme hakkı veriyordu. Piyasada sayınız azsa bu sizin için iyi bir şey, aldığınız sorumluluk haricinde tabiki. Tabi mezun olur olma tecrübe kazanmak için mimarlık mühendislik bürolarına gidersiniz .Eğer fakirlikten korkmuyorsanız hiçbir şantiye tecrübeniz olmamasına rağmen şantiye şefliği haklarınız, girdiğiniz büro tarafından kullanılıyorsa ,maaşınızın haricinde şantiye şefliklerinizin parasını alabilirsiniz. Ama bu talebiniz size işe alınmama maliyetini getirecektir. Ben ve benim gibi yeni mezun arkadaşlar o dönemlerde asgari ücretin bir tık üstü maaşla işe girebilmek için tabi ki bu şantiye şefliği haklarımızı bedava vermek zorunda kaldık ,hem de kendi meslektaşlarımıza .Meslektaş patronlarımız müşteriye veli nimet gözüyle bakılması gerektiği için ‘Zaten bizde işi anlaşırken müteahhitlerden şantiye şefliği parası almıyoruz ‘diyorlardı. İyi ama bu şantiye şefliğine imza attığınız zaman binayı projesine uygun bir şekilde inşa ettirme ve yeterli iş güvenliği önlemlerini alma yükümlülüğünün altına giriliyor.Sizi şöyle ikna ederler; ‘Korkma bizde çoğuna imza attık bir şey olmadı sana da bir şey olmaz ‘.
Şimdi artık hakkını verelim şantiye şefliklerinden para alınıyor. Fakat aldığınız paranın 1 aylık değeri eğer sigara kullanıyorsanız yarım aylık sigara masrafınız kadar. Durum böyle olunca şantiye şefliği uygulamada sadece imza atmakla kalıyor. Nasıl olsa mimar ve mühendis bolluğu var ,siz imza atmazsanız yerine bir başkası bulunur. Diyelim ki şantiye şefleri gerçekten hak ettiği parayı kazanıyor. Veli nimetinizin inşaatına gidip projeye aykırı bir durum gördünüz yada iş güvenliği konusunda kusurlar var .Eğer fakirlikten korkmuyorsanız veli nimetinize bunları yapmasını diretebilirsiniz. Tabi ki ertesi gün yerinize başka biri gelmezse. Ormanda işler aynen böyle yürür. Bu anlattıklarım profesyonel inşaat şirketlerinde böyle olmayabilir ama yapı stoğunun büyük bir çoğunluğu bu şekildedir.
Peki 2013 ten sonra yapı denetim sistemi çıkınca ne oldu?
2013 ten 2018 yılına kadar yapı denetim sistemi şu şekilde çalıştı;
Müteahhit aynı proje müellifleriyle serbest piyasa koşullarında anlaştığı gibi yapı denetim firmalarıyla da anlaştı. Olaya bakın ;Kendinizi denetlettirmek için serbest piyasa koşullarında pazarlığınızı yapıp ,parasını ödeyip yapı denetim firmanızı tutuyorsunuz. Aslında yapı denetim ücretlerinde müşteriniz için öyle direk fiyattan indirim yapamazsınız. Çünkü bu ücretleri yapı denetim, müteahhitlerden kendisi alamıyordu. Müteahhit bu ücreti bakanlığın belirlediği liste fiyatına göre direk il muhasebe birimlerine ödemek zorundadır. Bu zorunluluk aslında yapı denetimleri serbest piyasa koşullarından koruyarak denetleme mekanizmasının bozulmaması için vardı. Ama tabi ki bizim ormanda çok zeki meslektaşlarımız bunu da delmenin bir yolunu buldular. Piyasada proje üreten mimar ve mühendis meslektaşlarımızın bazıları hemen yan dairelerinde yada aşağı katlarında kendilerine yeni ortaklar bularak bir yapı denetim şirketi kurdular. Yapı denetimin ücretini müşterilerine daha cazip gösterebilmeleri için hazırda bulunan proje ofislerindeki ürettikleri projeleri yapı denetime kurban ettiler. Böylece Proje ücretlerinden kısabildikleri kadar kısıp işin yapı denetim kısmını da kendilerine çekebilmiş oldular. Hem yapı denetimden kazanıp hem de azda olsa projeler çizerek harçlıklarını çıkardılar. Çıkan projelerin niteliğini tahmin edin artık. Normalde proje üretenlerin yapı denetim yapmaları yasak olmasına rağmen bu böyle oldu .Bu durum yapı denetimi olmayan mimar ve mühendislerin proje değerlerini çok düşürdü .Bugün yapı denetimin bu saçama sistemi değişmesine rağmen hala proje fiyatları o günlerin etkisinde acı çekiyor. Birde müşterinizi nasıl doğru düzgün denetleyebilirsiniz ki? Siz çok sorun çıkarırsanız başka yapı denetimlere gideceklerdir. Her hangi bir proje ofisiyle bağı olmayan yapı denetimlerde vardı elbette ama müşteri memnuniyeti hepsi için geçerli bir sorundu. Bu durum 2018 e kadar bu şekilde devam etti. Sonra yapı denetim yönetmeliği değişti. Artık yapı denetimler müteahhitler tarafından seçilmiyor, pazarlık yapılmıyor. Artık yapı denetimler devlet tarafından daha adaletli bir şekilde belirleniyor ve atanıyor. Bu şekilde 2018 den beri yapı denetimlerindeki bu anlamsız sistem son buldu. Bütün sıkıntıları çözdü mü? Bilmiyorum ama önceki sistemden çok daha iyi en azından. Şimdi artık ,müşterinin gözüne girebilmek için 3-4 elemanını belediyede tutup ruhsat alma sürecini canla başla takip etme işini mimarlara bıraktılar ama, olsun ne diyelim .Temennimiz şantiye şefliklerinde de aynı şekilde müşteri ilişkisinin kırılmasıdır. Çünkü şantiye şefi inşaatta projeye aykırı ve tehlikeli bir durum görüp ,imalat yapılmadan önce müteahhite bir ayptırımı olursa ; hem aksaklıkların önüne geçilmiş olur hemde müteahhitin imal ettiği yapıyı tekrardan yıkılmasının ve bunun müteahhite doğurabileceği masrafın önüne geçilmiş olur.
Bu anlattıklarımda her taşın altından müteahhitler çıkyor gibi görünebilir. Ama bir müteahhit olduğunuzu düşünün ; diğer müteahhit arkadaşlarınız yada rakipleriniz bu düzene ayak uydururken ,siz yok ben iş nasıl olması gerekiyorsa öyle yapacağım dediğiniz zaman , bu işin maliyetine katlanırsınız ve işinizi bilmiyor gözüyle bakılırsınız. Ve bu maliyetleride kimseye anlatamazsınız .Yani fakirlikten kormuyorsanız kendi polisiniz olup daha sağlam daha kaliteli binalar yapabilirsiniz. İşini dürüst yapmak bu dünyada her zaman maliyetlidir. Ahiret için ise (Tabi inancınız varsa) çok karlıdır. Ama işte öleceğiz de ……ahirete gideceğiz de …… uzak diyarlar değil mi?
6 Şubat 2023 günü Allah (C.C) bize o uzak diyarları 45 saniyede nasıl yakın edebileceğini gösterdi.
Evet ….Saygı değer Akademisyen hocalarımız ,sayın kanun yapıcılar ve yönetmelikleri hazırlayan devlette görevli abilerimiz; Ormanda işlerin bir kısmı bu şekilde yürüyor ,benim bilmediklerimde var ,bilip de meseleyi uzatmamak için yazmadıklarımda var ama özet bu.
Yazımı bir Ayet-i Kerimenin mealiyle bitirmek istiyorum, Saygılarımla…..
‘Şeytan içinize yoksulluk korkusu düşürür ve çirkin şeyler yapmanızı emreder. Allah ise kendinden bir bağışlama ve lütuf sözü vermektedir. Allah her şeyi kuşatmakta ve her şeyi bilmektedir.’ (Bakara Suresi-268. Ayet)
- 116